Oyun ve Kentsel Alan (Q.Stevens)

 

Aşağıda okuyacağınız metin Quentin Stevens’ın The Ludic City adlı kitabının ‘Play and the Urban Realm’ başlıklı bölümünden seçilmiş parçalardır. Kitabın tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

Oyunu tanımlamaya yönelik her çabanın karşısına şu soru çıkar: oyun ile diğer toplumsal pratikler arasında net bir ayrım yapılabilir mi? Oyun genellikle karşıtlıklar üzerinden anlaşılır. Uzun vadeli hedeflerın, üretken işin ve ciddi sonuçların tersi oluşu vurgulanır. Bu tip karşıtlıklar insanların kanaat ve eylemlerinin bir çerçeveye oturtulmasında etkili olsa da, oyunun tanımı, maksadı ve etkisi muhtelif ve kesinlikten uzaktır hala. Pek çok oyun tanımı mevzuyu bir yandan toplarken bir yandan dağıtan ‘oynak’ tanımlardır. Bir şeyi oyun yapanın ne olduğu ve oyunun kültür için ‘anlamı’, değişen toplumsal pratiklerce sürekli yeniden tanımlanır. Oyun kavramının gücü, insanların oyun olarak görebileceği fakat kati kural ve sınırlar ile ortak bir tanıma gelmeyen çok sayıda farklı toplumsal durumu bir araya getirmesine dayanır. Belirgin ve müstakil bir faaliyet kümesi değil, çeşitli insan davranışlarında değişen ölçülerde mevcut olan bir özellik olduğu için, oyuna birden çok perspektiften bakmak ve tespit edilen farklı izlekleri bir araya getirmek gerekir.

 

Konu üzerine çalışanlar ve oyuncular ‘oyun’ terimini çeşitli anlamlarda, muhtelif pratikleri tarif etmek için kullanırlar. Oyunun anlamı ve maksadı bireyden bireye, durumdan duruma değişir. (...) ‘Oyun’ genel olarak ‘normal’in – yani gündelik, uzlaşımsal, beklenti dahilinde, hesaplanmış, pratik ve sabit olan davranışın karşı kutbu olarak kullanılır. Oyunun hangi etkilerinin öne çıkarıldığı profesyonel ilgiye göre değişir. İster biçimi ister neticesi ile olsun, oyun bir şekilde sıradışı, özel ve farklıdır. Bu kitapta oyun, temel olarak, inşa edilmiş kentsel çevrenin işlevselliğine dair varsayımların karşısında bir yer tutuyor. Kamusal alanların pratik olmayan ve tasarlanma amaçlarından farklı kullanımlarına odaklanmak için retorik bir araç olarak. (...)

 

Çocukların oyunu yetişkinlerin oyununa kıyasla daha dar bir davranış grubuna tekabül eder. Oyun, çalışan yetişkinlerin karmaşık sosyal varoluşunun bileşenlerinden sadece biridir ve bu bileşen nadiren incelenmektedir. Yetişkin oyunu salt çocukluk formlarının bir kalıntısı değildir; bilakis, ‘oyun formları tüm çeşitliliğiyle ancak belli bir olgunluğa erişildiğinde ortaya çıkar’. (...) Dolayısıyla yetişkinin oyunu, gündelik yaşamın ve yaşanan mekanın yeni deneyim ve biçimlere dönüşümü için daha açıklayıcı niteliktedir. Yetişkin oyunu; kentsel mekanın umulmadık ve pratik-olmayan davranışları nasıl teşvik edip kolaylaştırabileceğini, ve mekanın ciddi anlam ve kullanımlardan kaçıp normal toplumsal düzeni eleştirmek için nasıl kullanılabileceği üzerine durup düşünmeye olanak sağlar.

 

Çocukların davranışını incelemenin getirdiği bir diğer kısıtlama, çocukların oyununa dair kuramların, insan faaliyetini (agency) açıp genişletmek yerine bu faaliyetteki özgürlük, yaratıcılık ve çeşitliliğin sınırlarını çizme eğiliminde olmalarıdır. (...) Böylece çocuk oyunu, çoğu zaman, bizzat çocukluğu tanımlayan genel yapıyı (habitus) yeniden üretir. (...) Oyun edimlerini işe yararlıkları üzerinden yorumlamak, oyunun kentsel yaşamda görülen en büyüleyici boyutlarını gözden kaçırır: rastlantının ve anlık değişimlerin tahriki, değişik ve riskli olana bile isteye açık olma, ve bu deneyimler sayesinde sosyal pratiğin mütemadiyen çeşitlenme potansiyeli. (...)

 

İkinci önemli temel ayrım serbest zaman ve oyun arasındadır. Serbest zaman ve oyun yakından alakalı kavramlardır ve serbest zamanın eleştirel incelemeleri kuşkusuz oyunun daha iyi anlaşılmasına yardım edebilir. Serbest zaman en geniş anlamıyla, zorunluluklardan, özellikle de üretici faaliyette bulunma gereğinden azade zaman geçirme lüksü olarak anlaşılabilir. Buna karşın serbest zaman, daha ziyade belli pratikler ile sistematik olarak düzenlenmiş ve belirli mekanlar ve zamanlar ile sınırları belirlenmiş hassas bir toplumsal yapıdır (construct). Dinlenme ve toparlanma gibi anlamlar barındırır: bedensel hareketsizlik, meşguliyetten ve toplumsal hayatın gerilimlerinden kaçış, ve ailenin ve bireyin özel hayatına odaklanma. Bu durumlar kentin çeşitliliği, yoğunluğu ve karmaşıklığını benimsemekten ziyade onlardan vazgeçmeye dayanır. Oyun ise, aksine, etkin, yaratıcı ve hepsinden önemlisi kamusal davranışı teşvik ve tesis etmek için kentsel deneyimin imkanlarını ön plana çıkaran bir kavramdır.

 

Oyun çoğu kez serbest zaman bağlamında ortaya çıksa da ona bağımlı değildir. İşin doğrusu, serbest zamanın toplumsal olarak ayrıştırılıp düzenlenmiş olması; zorunluluk ile anlık değişim, niyet ile rastlantı, üretici çaba ile israf arasındaki karşılaşma ve yaratıcı ilişkilenme ihtimallerini sınırlandırarak toplumsal deneyimlerdeki oyuncul potansiyelin altını oyar.

 

(...) Oyun mefhumu insanların toplumsal varoluşlarının sınırlarını sınayıp aşmaları için çeşitli yollar barındırır. Kentsel alan dahilindeki oyun ile ilgili olarak Lefebvre’ın modern şehir plancılığı eleştirisi oyunun farklılık ile bir karşılaşma anlamına geldiğini, bunun çağdaş toplumsal deneyimdeki parçalanmışlık ve yabancılaşmaya itiraz eden bir karşılaşma olduğunu iddia eder.

 

Gayri-araçsallık

 

Batı metafiziğinde oyun; ciddiyet, ahlak, üretken iş, ve bu değer yapıları yardımı ile yeniden üretilen toplumsal iktidar ilişkilerinin zıddı olarak takdim edilir. Oyun bu değelere cidden terstir: ‘Oyun spontane ve yaratıcıdır, araçsal emeğe içkin olan bıktırıcılık ve sömürünün karşı kutbudur. Mecburiyetten azad olunan yerdir.’ Oyun eylemleri akıldışıdır çünkü bilinçli, baştan hesaplanmış etik ve pragmatik amaçlar etrafında şekillenmez. İnsan faaliyetinin sistematik organizasyonuna aldırmaması ve tabular da dahil olmak üzere ciddiyetin sınırlarını aşması bakımından oyun çoğu zaman ortodoksiye kafa tutar. (...)

Akılcılık, insanın, belli bir etik çerçeve dahilinde ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamanın peşinden koşmasını vazeder. Oysa insanın eylemleri tam da gelecek hedeflerine zimmetli olmadığı takdirde insan değerlerini keşfe açık hale gelip bir anlam oluşturabilir. (...)

 

Oyun, toplumsal hedeflerin çıkar uğruna kovalanmasından (instrumental pursuit) özgür olmak olarak tanımlanır. Fakat bu özgürlük çevresel ve teknolojik fırsatlardan kendiliğinden ortaya çıkmaz. Özgürlük sadece iktidarın yokluğu ile, gündelik yaşamın araçsal yapısında gedikler bulmak olarak tanımlanamaz. Huizinga oyunun özgürlük olduğunu söyler. Oyun pratikleri özgürlüğü salt göstermekle kalmayıp onu inşa eder. Özgürlük, güç ile diyaletik ilişki içerisinde ortaya çıkar. Bir oyun formu ne kadar gayri-ahlaki, yasadışı ve yasaklı olarak tanımlanırsa, toplumsal düzenden kaçış ve ona karşı çıkma formu olarak cazibesi o denli artar. Özgürlüğün sınırları eylem ve karşı eylem, kural ve ihlal aracılığı ile oluşturulur. (...)

 

Kamusal alanda oyunun diyalektik karakteri

 

Oyun, Bourdieu’nün habitus’u çerçevesinde hem ‘yapılandırılmış’ (structured) hem de ‘yapılandıran’ (structuring) bir pratik olarak görülebilir. Oyun edimleri kütürel bir bağlam içinde doğar ve onun yeniden üretimine katkıda bulunur. Dolayısıyla oyun, maddi ve ideolojik sonuçlara hizmet edip ‘gerçekliğe nüfuz etmesi’ itibarıyla bereketli ve belirleyici bir kültür için bir vasıta haline gelebilir. Gerek Caillois gerek Huizinga oyunu sanat, savaş, şiir, mit, felsefe ve din gibi birtakım toplumsal ritüel biçimleri ile mukayese eder. Her ikisi de bütün olarak kültürün oynandığı görüşündedirler. Oyun topluma yeni anlam ve imkanlar da sunabilir: ‘Oyun formu hayatın sıradan ve ciddi durumlarının içeriğinden ortaya çıkar, fakat nihayetinde bu içeriğe bağlı değildir. Dönüşümsel bir süreç olarak oyun zamanla “özerk bir varoluş” kazanır’. Yine de oyunu insan deneyiminin tamamen ayrı bir kategorisi olarak ele almak yerine, gündelik yaşamın diyaletik olarak nasıl serimlendiğini (unfold) anlamaya yönelik analitik bir yapı olarak kullanmak daha faydalıdır. (...)

 

Oyunun tanımlayıcı özelliklerinden biri gündelik yaşam ile arasındaki gerilimdir: ‘Oyun formları genellikle sınama içerirler... Homo ludens, hayat tarafından bastırılmış ya da saptırılmış duygularını oyun aracılığıyla yaşar’. Bu bölümde verilen dört-parçalı oyun tanımı, oyun ile gündelik yaşamın çeşitli ‘ciddi’ veçheleri arasındaki zıtlıktan doğan pek çok gerilime işaret ediyor. Bunlardan bazıları:

 

Ahlak - arzu

Düzen - düzensizlik

Niyet - hayret

Üretim - yıkım

Ertelenmiş tatmin - anlık zevk

Kontrol - koyverme

 

Çeşitliliği ve yaratıcılığı, sınırları zorlayışı, çıkar gözetmemesi ve gündelik yaşamın rol, kural ve beklentilerinden uzak olması sayesinde oyun, toplumsal pratikleri eleştirmek, dönüştürmek ve çoğaltmak için fırsatlar sunar. (...)

 

Kentsel kamusal alandaki toplumsal deneyim kendine has gerilimlere sahiptir. Kentsel hayatın habitus’u muntazam bir yapıya sahip değildir. Kentsel alan beklentilere sığmaz; net bir düzenden yoksundur, diğerleri tarafından mütemadiyen çok çeşitli (ve bazıları mantıklı görünmeyen) biçimlerde kullanılmaktadır ve yeni davranış formlarına elverişlidir. (...) İnsanlar kamusal alanda kendilerinden farklı kişilerle beklenmedik karşılaşmalar yaşadığında çoğu zaman ilişkilenmelerini aktif olarak müzakere etmek durumundadırlar, zira önceden belirlenmiş davranış kurallarını takip edemezler. Sennett’e göre kamusal hayatın özgürlüğü bir kısıtlamanın yokluğu ile değil, olasılıklar ve onların getirdiği zorluklar ile girişilen bu aktif ve yoğunlaşmış ilişkilenme ile tanımlanır: ‘Bedeni uyandıran özgürlük, bunu, tam da safsızlığı, zorluğu ve mukavemeti özgürlük deneyiminin bir parçası olarak kabul ederek yapar... Beden zorlukla başa çıkarken hayat bulur’. (...)

 

Kentsel alan dahilindeki toplumsal deneyimler yeni ihtiyaçları görünür kılabilir ve hatta tetikleyebilir; anlamları yaratır, yeniden gündeme getirir ve baştan konumlandırır. Lefebvre’ın gündelik yaşamın diyalektikliği formülasyonu onun ‘anlar’ mefhumunda tam karşılığını bulur. Anlar, toplumsal hayatın karşıtlık ve çelişkilerinin yoğunlaşması sonucu farkındalık ve ilgi uyandıran koşullarla karakterize edilen, zamanda kısıtlı toplumsal deneyimlerdir. Bu nedenle Lefebvre’ın bir an olarak oyun fikri, Huizinga’nın gündelik olandan ayrı vuku bulan bir şey olarak oyun formülasyonundan çok daha diyalektik ve yaratıcıdır:

           

An bir formu tanımlar ve yine onun tarafından tanımlanır. Gündelik olan; oyunlar, aşk, iş, dinlenme, mücadele, bilgi, şiir ve adalet gibi birtakım anlardan meydana gelir ve mesleki yaşamı, toplumsal yaşamı, serbest zamanı ve kültürü birbirine bağlar... kişi oynarken oyunun kurallarını kabul etmekte ve her seferinde oyunun icrasını baştan yaratıp yeniden icat etmektedir.

 

Play and the Urban Realm, Ludic City içinde (sf.26-53), Q. Stevens

 

 

Çeviri: Eray Sarıot (Ludozofi)